bü(s)k

Boğaziçi Üniversitesi (Sinema) Kulübü anonim yazıştırma yeri.

2 Mart 2010 Salı

semih kaplanoğlu röportajı


Merhaba sevgili bü(s)kseverler...
sizlere bir haber daha gönderiyorum. Yine Sabah gazetesinden, yine Olkan Özyurt'tan. biliryorsunuzdur, semih kaplanoğlu bal filmiyle altın ayı ödülü aldı berlin'den. aşağıda röportajını okuyabilirsiniz. 80 sonrası sinemacıların yetişme şartlarıyla ilgili ilginç bilgiler de var.

ayrıca, bu ay boyunca tarık zafer tunaya kültür merkezinde de semih kaplanoğlu filmleri gösterilecek. yönetmenin filmlerini kocaman perdede 2 milyona izleyin derim ben.

buyrun okuyun...




Gol atan futbolcunun sevincini yaşadım
OLKAN ÖZYURT
28.02.2010
Semih Kaplanoğlu, sinema serüvenini SABAH Pazar'a anlattı. Yönetmen, Altın Ayı'nın Türk sineması için çok önemli bir ödül olduğunu söylüyor ve ekliyor: "Bir şey başardım gibi düşünmemek, yeni filmlere bakmak gerek. Filmlerimiz ve bizim hakkımızda atıp tutanları artık önemsemiyorum"
ACAYİP BİR ŞEY BAŞARMIŞ GİBİ... HİSSETMİYORUM
Semih Kaplanoğlu'nun sinema ve şiirle geçen yaşamını kendisinden dinleyince, Bal filmiyle Berlin Film Festivali'nden Altın Ayı almasının aslında bir sonuç olduğunu düşünüyor insan. Şiir ve sinemaya adanmış bir ömür var karşımızda. Adeta 'inadına sinema inadına şiir' diyerek birçok sıkıntıya, hırpalanmaya göğüs germiş yıllarca. Film çekmenin mucize olduğu 80'lerde ve 90'ların başında, ileride Türk sinemasına damgasını vuracak olan sinemacılarla yolları kesişmiş. Ve tüm o yıllar boyunca 'kendini biriktirmiş' Kaplanoğlu. Efsane dizi Şehnaz Tango ile yönetmenliğe başlayan, 2000 yılında ilk filmi Herkes Kendi Evinde'yi çekerek yönetmenlik macerasına beyazperdede devam eden Kaplanoğlu, bugün Türkiye'nin en önemli yönetmenleri arasında. Üç yıl önce yorucu bir yolculuğa çıkan, Yumurta ile başlayan Süt'le devam edip Bal'la tamamlanan 'Yusuf' üçlemesini çekmeye başlayan Kaplanoğlu, aslında buram buram bu coğrafyadan beslenen bir sinemanın da peşine düştü. Şair Yusuf'un hikâyesi üzerinden, taşradaki toplumsal değişime, aidiyet meselesine, Doğu-Batı çelişkisine, gelenek ve modernizm çatışmasına baktı. Üç filme gelen tepkilerle aldığı uluslararası ödüller de gösteriyor ki, Kaplanoğlu bu çabasında epey başarılı oldu. Filmlerini izlemeden hakkında atıp tutanlar, 'böyle film olur mu?' diyenler, şimdilerde Altın Ayı ödülünü görünce çark etseler de, Semih Kaplanoğlu cephesinde tevazu hakim. Kaplanoğlu, "Acayip bir şey başardım gibi düşünmemek gerek. Sakin olmak ve yeni filmlere bakmak lazım," diyor ve ödülün Türk sineması için önemli olduğunu düşünüyor.

SİNEMAYA KAFAYI TAKMIŞTIM:
"İlkokuldan başlayarak sinemaya kafayı takmıştım. Babam da sinemayı severdi. Çocukluğum özellikle İzmir'de yazları, yazlık sinemalarda günde iki film izleyerek geçiyordu. Vizyona giren filmleri de izlerdim. Ayrıca Fransız Kültür Merkezi vardı, haftada dört film gösterilirdi. Gösterimleri kaçırmazdım. Babam kart çıkarmıştı. Ben buranın abonesiydim. Bunun için 50, 60, 70'lerin ve o günün Fransız sinemasını sular seller gibi bilirim. Bu sinema sevgisi yüzünden son derece bilinçli olarak sinema okumaya karar verdim. Yıl 1980... O dönem sinema eğitimi veren iki okul vardı. Biri Mimar Sinan Üniversitesi, diğeri Dokuz Eylül Üniversitesi... Bu okullara yetenek sınavıyla giriliyordu. Türkiye'nin karışık olduğu bir dörem olduğu için ve kalacak yer problemi sebebiyle Mimar Sinan'a başvurmak istedim. Olmadı. Dokuz Eylül Üniversitesi'ne başvurdum. 2000 kişi arasından 10 kişi alındı. Ben de o 10 kişi arasındaydım. Böylece 17 yaşımda sinema okuma başladım."

UMUTSUZ BİR DÖNEM:
"
Okul bitince, film yapmak için 21 yaşımda İstanbul'a geldim. Atıf Yılmaz ile Ömer Kavur'un yanına gittim. Film çekmenin mucize olduğu bir dönemdi. Onlar, yılda bir film çekiyor, doğal olarak kendi ekipleriyle çalışıyorlardı. Bunun için yollarımız kesişmedi. Sinemacı olmak isteyen bir grup arkadaşım vardı. Mehmet Güreli, İhsan Kabil ile filmler izleyip sinema üzerine muhabbet ediyorduk. Nuri Bilge Ceylan'ın adını duyuyordum mesela. Ortak arkadaşlarımız vardı. Ama bir türlü bir araya gelememiştik. Derviş Zaim'i tanıyordum. Roman yazmaya çalışıyordu, sinemayla da ilgiliydi. Buluşup senaryolarımızı okurduk Derviş'le. Ece Ayhan ve Mustafa Irgat ile arkadaştık. Ezel Akay'ı, Yeşim Ustaoğlu'nu hatırlıyorum. Ahmet Uluçay Kütahya'dan mektup yazıyordu. "Şöyle bir film çekmek istiyorum," diye anlatıyordu... 80'li yılların 90'lara evrildiği zamanlar işte. İmkânsızlıklar nedeniyle film çekilemediği ama sinema yapmak üzerine çok konuşulduğu bir dönem. İstekli gençlerin olduğu, belli birikimin oluştuğu ama film çekmenin mucize olduğu, insanların 'Ne yapacağız, nasıl film çekeceğiz' diye konuşup, beklediği zamanlar. İstanbul Film Festivali'nde bir araya gelip film izler, konuşurduk. Yani adeta biz, bir şekilde gençlik örgütlenmesi oluşturmuştuk. İlk olarak Yeşim Ustaoğlu İz'i, sonra Derviş Zaim Tabutta Rövaşata'yı çekerek bu döngüyü kırdı."

SİNEMA VE ŞİİR KIZLARDAN ÖNEMLİYDİ:
"Ben bu dönemde sinema yazıları yazmaya başladım. Söz diye bir gazete vardı. Murathan Mungan kültür sanat sayfası yapıyordu. Ömer Kavur'un Gece Yolculuğu filmi üzerine bir yazı yazmıştım. Gazete iki hafta sonra kapandı. Süha Arın'a kamera asistanlığı yapıyordum. Şehnaz Tango dizisini yazıp yönettim. Bu dizi sayesinde epey bir pratik edindim, bu işi yapabileceğimi gördüm. Sinemanın yanında şiir de oldu hayatımda. Yazıyordum, dergilerde yayımlanıyordu, şairlerle arkadaşlığım vardı. Bütün hayatım şiir ve sinemaydı. Kızlardan bile önemliydi. Özellikle İstanbul'a geldiğim ilk 10 yıl böyle romantik bir şekilde geçti."

İLK FİLMİMDE ŞANSLI VE DE ŞANSSIZDIM:
"
Üç dört yıl Herkes Kendi Evinde'nin senaryosuyla uğraştım. Bir türlü istediğim noktaya gelmiyordu. Şimdi anlıyorum ki, senaryoyu yazdıktan sonra hemen çekmek gerek. Ama çekemeyince sürekli senaryoyla oynuyorsunuz. Bundan dolayı, 'onu da anlatayım, bunu anlatayım,' diyerek çok fazla malzemenin içine yığıldığı bir senaryo çıktı ortaya. Yapım konusunda bir yandan şanslıydım, bir yandan da şanssızdım. Şanslıydım: Filmi çekecektim. Şanssızdım: Çok daha ucuza ve kolay yapılabilecekken, yapım şirketinin de tecrübesizliğinden ekonomik olarak büyük zorluklar yaşandı. Ama şunu anladım. Bir filmin yapımcısı olmazsam, istediğim filmi yapamayacağım. Sonra eşim Leyla İpekçi ile birlikte Kaplan Film diye şirket kurduk. Proje geliştirdik, projelere destek aramaya başladık."

YUSUF'UN ENERJİSİ ANADOLU'DAN:
"Ben çok dolaşıyorum. Anadolu'ya gidiyorum, Antep, Mardin, Karadeniz, doğu batı geziyorum. Gidip kahvehanelerde oturuyorum. Meleğin Düşüşü'nden sonra da böyle bir dönem yaşadım. Anadolu'da nasıl bir dönüşüm yaşanıyor, insanlar nasıl yaşamaya çalışıyor anlamaya çalıştım. Anadolu'nun en ücra köşesi diye düşündüğümüz bir yerine modernizmin nasıl girdiğini, insanların nasıl yeni bir hayat özlemi içerisinde olduğunu, gelen yeni hayattan rahatsızlık duyup kaçtıklarını, başedemediklerini, ya da başettiklerini gördüm. Hem bir iç çatışma hem dış çatışma birlikte yaşanıyor. Gençler bu değişim ve dönüşümün ortasında yer alıyor. Yaşlılar da bu dönüşümden etkileniyor. Çocuklarıyla anlaşamıyorlar... Yusuf üçlemesi, tüm bunların ortasında ben bu enerjiyi, dönüşümü nasıl anlatabilirim diye düşünerek başladı. Bu durumu bir şairin üzerinden anlatayım dedim. Çünkü şiiri çok iyi biliyorum. Şiir de modernizmin altında kalıp marjinalleşti. Benim gençliğimde en çok ilgi duyulan şey şiirdi. 20-30 yılda şiire ilgi bitti. Doğu-Batı, gelenek-modernizm, ailedeki çözülme, aidiyet, taşra-kent gibi meseleleri de altını çizmeden Yusuf'un hikâyesi üzerinden vermeye çalıştım. Bir de bu filmlerde bir maneviyat alanı açmaya çalıştım. Daha kadim bir maneviyatın verdiği duyguyu, sadece İslami kaynaklarla bezenmeyen, Hıristiyan, Yahudi, mitoloji kaynaklarını da kullanarak, filmlere eklemeyi amaçladım."

MERKEZ, ANADOLU'YA BAKMALI:
"Türkiye'de merkezle çevre arasında bir kopuş var. Merkez kuşatıldığını, ki bunu kötü anlamda kullanmıyorum, kendisinin de değişmiş olduğunu idrak etmekte zorlanıyor. Anadolu şehirlerinde İstanbul'da olmayan müthiş bir enerji var. Buradan hiç fark etmediğimiz öğrenme ve kendini orada var etme isteği var. Yerellik dile getiriliyor, o yerellik modernizmle buluşuyor. İşin ilginç yanı, modernizm İstanbul üzerinden gelmiyor. Bu durum bir zenginlik oluşturuyor. Ben bu zenginlikten yepyeni yönetmenler, yazarlar çıkacağını düşünüyorum. Ayrıca Anadolu'da büyük kırılmalar ve çelişkiler de yaşanıyor. Çifçilerin hali perişan. İşçiler sıkıntılı, TEKEL işçilerinin durumu ortada... Bunun yanında yeni sınıflar ortaya çıkıyor. Küçük sanayiciler büyük sanayicilere dönüşüyor. Bu Türkiye'de yeni bir şey yaratacak, ki zaten yaratıyor. Türkiye'deki şu anki çatışmanın sebebi, bu sermayenin kendini var etme çabası. Tüm bunları göremeyip başka türlü yorumlanması, merkezin dönüşümü yorumlayamadığını gösteriyor. Merkezin, İstanbul, İzmir, Ankara'dan çıkıp oralara gidip bakması lazım. Bu yapılmıyor. Sorun burada."

KENDİ DAĞITIM AĞIMIZI KURMALIYIZ
Bizim filmlerimizin izlenmemesiyle ilgili sorun, yaptığımız sinemadan kaynaklanmıyor. Galiba bu filmlerin dağıtımı ve insanlara tanıtımıyla ilgili bir mesele var ortada. Ben, 'bu mesele çözülünce milyonlarca insan gelip bizim filmlerimizi izleyecek,' demiyorum. Yaptığımız filmler belli iddiaları olan, sabır gerektiren, anlamaya çalışmayı gerektiren filmler. Ama bu filmler potansiyel seyircisiyle buluşma konusunda zorluklar yaşıyor. Son üç dört yıldır, sinemada dağıtım meselesi, bir sorun. Bir film aşırı decerece çok sayıda kopyayla vizyona girince, iş merkezindeki sinema sahibi de beş salonu varsa beş salonunda da bu filmi gösteriyor. Bu nasıl bir mantık, yaklaşım anlamıyorum. Yapımcılık nasıl üzerimize vazife haline geldiyse, dağıtımcılık da üzerimize vazife haline gelecek. Genç sinemacılarla oturup dağıtım ağı oluşturucağız. Anadolu'da bu kadar şehir ve belediye var. Bize karşı olumsuz da davranmıyorlar. Biz film üretmeye devam edeceğiz, bunun ekonomisini de kurmak zorundayız. Reha Erdem ile Berlin'de konuştuk... Belki İstanbul'da Sinematek gibi bir yapı kurulabilir. Bunun türevlerini de Anadolu'da yapabiliriz."

HERZOG, 'ALTIN AYI VERMEKTE ZORLANMADIK' DEDİ
"Bal'ın basın gösterimi sonrasında insanların gözlerinde başka türlü bir bakış gördüm. Yüzlerinde filmin etkisini görmeye başladım. Sonra filmin seyircili gösterimi yapıldı. Ertesi gün sokaklarda dolaşıyorum birçok insan selam veriyor, durdurup konuşuyor benimle. Alman basınında olumlu yazılar çıktı. O zaman bir şeyler olacağını hissettim. Sonra kapanış törenine davet ettiler. Davet edilenler genelde ödül alanlar oluyor. Törende ödüller verilmeye başlandı. Ödül alanlar sahneye üzgün çıkıyor. Anladım ki herkesin aklında Altın Ayı var. Sonra son iki ödül kaldı. Romen yönetmen çıktı sahneye. Çok çok üzgün. Ama ben yine de anons edilene kadar temkinliydim. Sonra yavaş yavaş sevinmeye başladım. Jüri başkanı Werner Herzog'la konuştuk. Herzog, 'En iyisi senin filmindi, Altın Ayı vermekte zorlanmadık, bizi diğer ödüller uğraştırdı,' dedi."

GOL ATAN FUTBOLCUNUN SEVİNCİNİ ANLADIM:
"Kişisel olarak en keyif aldığım şey, insanları sevindirmek oldu. Gol atan futbolcuların neler hissettiğini anladım. Almanya'daki Türkler epey sevindi. Yolda, havaalanında çevirip kutluyorlar. Bu çok hoşuma gitti. Manevi yönden bu ödülün değeri benim için çok yüksek. Çünkü 46 yıl önce Metin Erksan almış bu ödülü."

GENÇ YÖNETMENLERE CESARET VERECEĞİNİ UMUYORUM: "
Altın Ayı ödülünü almak sevindirici. Türkiye için, Türk sineması için önemli bir ödül. Ama bunu acayip bir şey başardım gibi düşünmemek gerek. Sakin olmak, yeni filmlere bakmak lazım. Bu ödül inşallah başka arkadaşlara, genç yönetmenlere de cesaret verir. Ama ödülün üzerimde ağırlık, sorumluluk yaratmasını, ayağıma takılan bir şey olmasını istemem."

HAKARET ETMESİNLER, RIZKIMIZA MANİ OLMASINLAR:
"Yaptığımız filmleri bazıları beğenecek bazıları beğenmeyecek. Bu çok normal. Yeter ki hakaret etmesinler, rızkımıza mani olmasınlar. Üç seyirci beş seyirci daha gelip filmimizi görecek, belki oradan yeni film yapmak isteyecek insanlar çıkacak... Bu tür tepkiler, meslektaşlar tarafından gelince insanın canı sıkılıyor. Ama bunu artık çok da umursamıyorum."

8 Kasım 2009 Pazar

DEMİRKUBUZ'UN YENİ FİLMİ KISKANMAK HAKKINDA



Efendim, bir süre önce bu bloğu açmış bulunuyoruz. Dedim ki, kimse yazı göndermeye yanaşmıyor, kimse eni konu düzgün, tam bir yazı hazırlayıp göndermiyor. Ama bu sitenin tek amacı bizim yazılarımızı yayınlamak değil, aynı zamanda beğendiğimiz yazılardan oluşan bir kaynak yaratmak. İlk yazı olarak Sabah’ın Pazar eki muhabiri Olkan Özyurt’un Demirkubuz röportajını göndereyim dedim. Demirkubuz sinemasını anlamak açısından yeterli nüveler taşıyan bir yazı. Buyurun, afiyetle…



http://sabah.com.tr/Ekler/Pazar/Guncel/2009/11/08/sinema_gercek_olmayan_hicbir_seyi_affetmez

Sinema gerçek olmayan hiçbir şeyi affetmez
OLKAN ÖZYURT
08.11.2009
Usta yönetmen Zeki Demirkubuz yeni filmi Kıskanmak'ta güzelliği çirkinin gözünden sorguladığını söylüyor. Yönetmen dönem filmi çekmesinin bir ayrıntı olduğunu belirtip "Benim umrumda olan, bir filmi çekme sebebimin benim aklıma, zekâma, kişiliğime dayalı olması ve ortaya bir mesele koyma imkânı vermesi," diyor
Zeki Demirkubuz'la Kader filmi vesilesiyle konuştuğumuz zaman, filme esin kaynağı olan hikâyeye çok eskiden tanık olduğunu anlatmış ve Kader'i 90'lı yıllarda çekmek istediğini ama birtakım nedenlerden dolayı çekmediğini söylemişti. Yeni filmi Kıskanmak'ın da benzer bir hikâyesi var. Biraz da sonradan keşfedilen Nahid Sırrı Örik'in aynı adlı romanından sinemaya uyarladığı film, aslında Demirkubuz için birtakım yenilikler de barındırıyor. Öncelikle Kıskanmak'ın dönem filmi olması, yönetmenin bir yapımcıyla çalışması yeni olan kimi unsunlar. C Blok'tan beri genel olarak dar bir ekiple çalışmayı tercih eden ve film çektikçe kamera arkasındaki birçok işi tek başına üstlenmeyi seven, ki Bekleme Odası'nda kamera önüne de geçti Demirkubuz, bu sefer ekibini geniş tutmuş. Açıkçası bu da Demirkubuz cephesinde bir değişime işaret ediyor. Fakat Demirkubuz'un sinemayla kurduğu ilişkide bu yeniliklerin pek de önemi yok. Çünkü kendisi, "Benim umrumda olan, bir filmi çekme sebebimin benim aklıma, zekâma, kişiliğime dayalı olması ve ortaya bir mesele koyma imkânı vermesi," deyip bu yeniliklerin kendisi için birer ayrıntı olduğunu söylüyor. Kıskanmak'ta yeni olanlar dışında kalanlar Demirkubuz takipçileri için alışılageldik unsurlar. Malum, edebiyatla çok sağlam bağları olan bir yönetmen. Dostoyevski'ye olan düşkünlüğü biliniyor, ki Kıskanmak'ın bir sahnesinde göndermesi bile var. Daha önce Albert Camus'nün Yabancı kitabını Yazgı adıyla sinemaya uyarladığı düşünülürse Kıskanmak'ın bir edebiyat uyarlaması olması Demirkubuz takipçilerini şaşırtmadı. Yine diğer filmlerinde olduğu gibi insanı anlamamız için ortaya birtakım ağır, yüzleşilmesi gereken meseleler koyuyor: kıskançlık, çirkin olmak, güzellik gibi... Dönem filmlerinde alışık olmadığımız bir atmosfer yaratıyor, sinematografik olarak daha titiz kadrajlar koyuyor önümüze. Antalya Film Festivali'nde Altın Portakal alan Nergis Öztürk, Berrak Tüzünataç ve Serhat Tutumluer'in başrollerini oynadığı filmin setine geçen Aralık ayında gittiğimizde Demirkubuz Kıskanmak'ın öyküsünü anlatmıştı.

- Kıskanmak kitabını uyarlama fikri sizin için yeni değil. Nasıl gelişti süreç?
- Kitap 1990 başlarında çıkmıştı. Çıktığı zaman alıp okumuştum ve kafamı karıştırmıştı. Hatta o zaman iki arkadaşım vardı, biraz asistanım gibiydiler. Onlara kitabı okuyup bir özetini çıkartın demiştim. Çünkü kitabın çok karışık bir yapısı var. Bence kitabın handikabı da bu. Bana göre yazar gereksiz olan birçok meseleyi bir kitapta anlatmaya çalışmış. Onun için özeti görüp tekrar üzerine düşünmek istedim. İşte o hengâmede Masumiyet falan araya girdi, bu proje bir kenarda kaldı. Sonra 1998 yılında tekrar okudum. İkinci okuduğum zaman kafamda bazı şeyler netleşti ve oturup 160 sayfalık bir senaryo yazdım. 2000 yılında filmi çekmeye niyetlendim. Film için mekân bakmaya bile başlamıştık. Ama bir yapımcıyla çalışma duygusuyla hesaplaşmadığım için vazgeçtim. En son iki üç yıl önce Eskişehir'den dönerken 'yıllardır sürüyor bu proje, artık yapalım' istedim. Filmi kitabın döneminde çekmek istedim. Günümüze uyarlamayı da düşündüm. Ve yine vazgeçtim projeden.

-Kıskanmak'ta nasıl bir yol izlediniz?
- Romanın ana fikrini aldım ve bir yığın bölümünü de dışarda bıraktım. Mesela romanı seven, iyi bilen insanlar tarafından bunun tartışılacağını düşünüyorum. Bazı olaylara değinmemiş gibi yaklaşımlarla karşılaşacağımı biliyorum. Romandan bağımsız hayli fazla sahne yazdım. Bir serbest uyarlama diyebiliriz bunun için. Ama sinema için yapılabilecek şey de buydu.

-Siz, kitabın aksine kıskançlığın nedensiz olabileceğinin altını çiziyorsunuz ve güzelliği sorguluyorsunuz...
- Ben kıskanma duygusunun romandaki gibi nedenli olduğunu düşünmüyorum. Onun için bu duygunun kitaptaki somut nedenlerini ayıklamaya çalıştım. Bunun yanı sıra güzellik meselesini de sorgulamak istedim. Çünkü güzel veya çirkin olmak insanın iradesinde olan bir şey değildir. Ama bunun üzerine hayatlar kuruluyor, acılar, zalimlikler, eksiklikler yaşanıyor. Ben daha çok bununla ilgilendim. Çünkü buradan yola çıkılarak Tanrı bile sorgulanabilir. Beni neden böyle yarattın diye bir sorguya girebilir insan. Seniha çok sağlam kişilikli bir kadın. Hiçbir şeyin sorgusundan kaçmıyor. Ama Tanrı ona çirkinlikle ilgili başka bir şey vermiş. Burada, insan bilincine göre, insanın doğasındaki adaletsizlikle ilgili başka bir şey var. Bunu öne sürmeye çalıştım.

- Bir şöyleşinizde beni mutsuz insanlar daha çok ilgilendiriyor demiştiniz. Bu düşünce mi Seniha'yı keşfetmenize vesile oldu?
- Seniha diğer kahramanlara göre daha çok anlaşılması gereken, anlaşılmaya daha çok muhtaç bir insan. Çirkin, kurumuş ve evde kalmış. Diğer normal ya da güzel insanların bütün özlemlerine sahip ama bunları yaşayabilmesinin koşulları yok. Burada bir trajedi var. Bu benim anti kahraman yaklaşımıma da daha uygun. Bir de güzelliği çirkin bir kadının iç dünyasından sorgulamak istedim. Çünkü böyle filmler sinema tarihinde yok. Ayrıca Seniha gibi insanların daha sorgucu olduğunu, hayatla daha farklı ilişkiler kurduğunu ve insan doğasını anlamak adına bize daha çok bilgi verdiğini düşünüyorum. Bence böyle bir kaderi yaşamak zorunda olan insanların yerinden bakmaya daha çok ihtiyacımız var. Eğer bir hukuk sistemini anlayacaksak, avukatın ya da iyilerin dünyası yerine sanırım bir katilin, suçlunun gözünden anlamaya çalışmaya daha çok ihtiyacımız var

TUTUNAMAYANLAR 'I HİÇBİR ZAMAN ÇEKMEYECEĞİM
- Kader'den sonra Kor adlı bir filmin çekimlerine başladınız ve iptal ettiniz. Ne oldu da çekmediniz Kor'u?
- Bir sürü sebebi var. Bir iki özel sebebi var ama onları hiçbir zaman söylemek istemiyorum. Ama en net sebebi kendimi iyi hissetmemem. Çok büyük emekler vererek yazdığım, çok sevdiğim bir senaryoydu. Dört gün çekim yaptık. İyi bir film olmayacağı duygusu geldi. Projeyi iptal edip, çektiklerimi de yaktım.
- Sizin bir ara Tutunamayanlar kitabını uyarlayacağınız konuşuldu. Var mı böyle bir niyetiniz?
- O bir gazetecinin uydurması. Yok öyle bir proje. Aklımın ucundan bile geçmedi. Ama Tutunamayanlar'ı seven insanlar benim böyle bir uyarlama yapacağımla ilgili bir bağ kuruyor. Zannederim ki hiçbir zaman Tutunamayanlar'ı çekmek gibi bir girişimim olmayacak

ÇOK YAKINDA AMERİKA'DA FİLM ÇEKEBİLİRİM
- Açıkçası sizin dönem filmi çekmeniz pek beklenmiyordu. Şaşırmadık desem yalan olur!
-Aslında işin doğrusu benim hiçbir angajmanım yok. Dönem filmi de çekerim, Hollywood'da da film çekerim, kamerayı alıp tek bir oyuncuyla da film çekerim. Benim prensiplerim var, kişiliğimi ve sinemayı yaşama ve yapma ahlakım var. Bunlara bir halel gelmediği sürece ben her şeyi çekerim. Mesela üç beş yıl sonra beni Amerika'da, bu Hollywood'da ya da New York'ta da olabilir, bir film çekerken görebilirsiniz. Muhtemelen olacak böyle bir şey. Ama bunların hiçbiri umrumda değil. Benim umrumda olan, bir filmi çekme sebebimin benim aklıma, zekâma, kişiliğime dayalı olması ve ortaya bir mesele koyma imkânı vermesi. Bunun dışındakiler benim için ayrıntıdır. Zaten mesele olarak Kıskanmak, diğer filmlerimden çok farklı bir şey ortaya koymuyor. Hatta belki de diğer filmlerimden güçlü, kıyıcı ve zor bir mesele ortaya koyuyor. Ama ekmeği salata malzemeleriyle yapamazsınız, un ve suyla yaparsınız. Bu bir dönem filmiyse gerekleri vardır.

- Peki dönem filmi çekmenin size getirdiği 'hoşluklar' oldu mu?
- Daha önce dönem filmi çekmemiştim. Gözlemlerim vardı ama tecrübem yoktu. Ama hem çalıştığım ekip sayesinde hem de insanlar sayesinde bir yığın şey öğrendim. Mesela eskiden dönem filmi çekme duygusu kafamda daha belirsizken, şimdi bu arkadaşlar ve öğendiklerim sayesinde daha netleşti. Şimdi rahatlıkla hatta tıpkı diğer filmlerimdeki özgüvenle bir dönem filmi çekebilecek durumdayım. Dolayısıyla bir angajmanımı ve korkumu da yenmiş oldum. Artık böyle bir hikâyeyle karşılaşırsam, bir dönem filmi diye kaygılanmam eskisi gibi. Ama en önemlisi şu oldu: Türkiye'de neredeyse simgeleşmiş dönem filmlerinden farklı, çok kendine özgü, bence daha inandırıcı ve ufuk açıcı bir dönem filmi çektik.

ROMAN UYARLAMASI YAPAN, ÇOK DİKKATLİ OLMALI
- Bir yapımcıyla çalışma fikri nasıl olgunlaştı?
- Yerli Film'le Beşiktaş filmi olan Mehdi'yi çekecektik. Hazırlığına da başlamıştık. Ama senaryoyu yazarken kafam karıştı. O sırada, Optik vardır o vefat etti. Onunla ilgili bir sürü yazı okudum kafam iyice karıştı. O Mehdi senaryosu biraz daha zaman istiyor gibi bir duyguya kapıldım. Ama Yerli Film'le birlikte çalışmayı çok istediğimiz sonucu çıktı. Ben de bu projeyi ortaya attım kabul ettiler. Bunun üzerine ben senaryo üzerine ciddi şekilde çalışmaya başladım. Herhalde 10 defa falan yazdım. Çünkü o yedi-sekiz yıl önce yazdığım senaryo biraz dizi kokuyordu. Şu bakımdan, çok güçlü sahnelerin arka arkaya gelmesinden oluşuyordu. Bu aslında roman uyarlamalarının en büyük handikabıdır.

- Edebiyat uyarlaması yapmak zordur. Daha önce Albert Camus'nün Yabancı kitabını uyarladınız. Sizce nasıl olmalı bir roman uyarlaması?
- Edebiyat uyarlamalarında yönetmenin romanı unutup neredeyse kendi senaryosunu, romanını yazması gerektiğine dair bir fikrim var. Bugüne kadar beğendiğim bir roman uyarlaması olduğunu hatırlamıyorum zaten. Yazgı'da Albert Camus'nün Yabancı'sını uyarlarken de oradaki ana meseleleri alıp tersine çevirmiştim. Roman uyarlamaları yaparken dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum. Roman çok başka bir şeye sesleniyor, sinema başka bir şeye. Sinema gerçek olmayan hiçbir şeyi affeden bir sanat değildir. Gerçek gibiyi yapmak zorundasınız.